Birçok kitapta İslam’ın gelmesinden önceki zamanı ifade eden Cahiliye döneminde yaşanmış bir olay anlatılır. Bir kişinin babası öldürülür. O kişi babasının katilinden intikam almak için silahını kuşanır, kılıcını, okunu yayını alır ve yola düşer. Babasının intikamını kafasına koymuş olmasına rağmen, yapacağı işi meşrulaştırmak ve toplum gözünde haklı olmak adına, gelenekleri gereği, işe başlamadan önce ibadet ettiği putun fikrini/onayını almak mecburiyetinde kalır. Adet yerini bulsun veya dostlar alışverişte görsün diye bir de put haneye uğrar.
Böylelikle yapacağı yanlış işin sorumluluğunu put üzerinden Allaha yüklemenin hesabını yapar. Put görevlisine ok çekmesi için parası ödenir, parayı alan bir nevi elçi statüsünde olan putçular tarafından yazılmış, evet-hayır-boş okların çekilmesini ister. Evet, çıkarsa putun dolayısı ile Allah’ın o işi onayladığı, hayır çıkarsa onaylamadığı kabul edilecek, ok boş çıkarsa çekiliş yenilenecektir. Bu işlem üç sefer tekrar edilecektir. İki ve daha fazlası hangi ok çıkarsa kişi inancı gereği ona uymak, kararı kabul etmek zorundadır.
İlk çekilişte hayır oku çıkar, putçu bunu saymayalım der, ikinci ve üçüncü çekilişi yapar. Ne var ki her üç çekilişin sonucu da aynıdır: Çıkan hayır okları ona babanın katilinden intikam almana inandığın tanrılar izin vermiyor mesajı verir. Putun huzurunda çekilen okun neticesinde çıkan sonuca adam kızar, Çünkü istediği sonuç çıkmamıştır. Bunun üzerine ok çantasını putun kafasına geçirir ve şöyle çıkışır: Tabi öldürülen senin baban değil benim babam, Sen ne dersen de işte gidiyorum babamın katilinden intikamımı almaya!
Müslümanların içerisinde bu ve buna benzer insanların Allah ile olan inanç bağları Fecr suresi 15 ve 16. ayetlerinde şöyle dile getiriliyor: Fakat insanoğlu (o kadar nankördür ki,) Rabbi ona (güç, servet, sağlık ve benzeri) nimetler bahşederek kendisini imtihan edince, (asıl ikramın ahrette verileceğini göz ardı ederek aptalca bir gurura kapılır ve “Ben ne kıymetli bir kulmuşum ki,) Rabbim beni (bunca nimetlerle) onurlandırdı!” der (ve Rabbi’ni unutur, sefahate dalıp gider)
Ama ne zaman ki, (Allah verdiği nimetlerin bir kısmını geri alıp) rızkını daraltarak onu imtihan etse, (hemen ümitsizliğe, yılgınlığa kapılır verenin de, alanın da Allah olduğunu, düşünmez de, bunun ilâhî adaletsizlikten kaynaklandığını sanır ve büyük bir nankörlükle,) “Rabbim beni küçük düşürdü!” der. Sanki o inanmasa Allahın şanından bir eksilme olacakmış gibi ona küser ya da kızar ve birçoğunun ağzından: Ben ne günah işledim, bana niye bu reva gördün türü isyan sözcükler çıkar.
Bu mantığa sahip kişi/kişiler inandığını söylediği putun/ilahın/gücün koyduğu kurallara uyması gerekirken, kendi isteklerini tasdik etmesini beklediği bir noter gibi görüyor ve sana inanırım ama Dünyada nasıl yaşayacağımın kurallarını ben koyarım, sende onu kabul etmek zorundasın, yoksa ben sana inanmam ya da inanmaya mecbur değilim. Ben sana inanmassam sen bir hiçsin, vaatlerinin benim gözümde hiçbir değeri yok kibri ile hareket eder.
Oysa Müslüman’ım diyen bizler rabbimize kalu belada: Dünya hayatındaki sınavda her şartta ona itaat edeceğimize, isyan etmeyeceğimize, nefsimize hoş gelmese de onun kurallarına uyacağımıza söz vermiştik (7/172). Bu durum bana bir şarkıyı hatırlattı. Duydum ki (kalu belada ki) güzel sözlerinin hepsi yalanmış / kalbinde (Allah ve cennet sevgisi yerine) şimdi de bir başkası (Dünya sevgisi) varmış.
Hani bizim için ahret hayatı ve Allahın rızası önemli idi? Hani biz Allah’ı (cc) seviyorduk? Hani? Hani? Hani?…