Rivâyet olunduğuna göre peygamber efendimiz (sav) Medine’ye hicret ettikten yaklaşık dokuz yıl sonra çevre yerleşim yerlerinde kıtlık baş gösterir. Bu kıtlıktan etkilenen birçok kabile yiyecek temini için Medine’ye gelir. Bu gelenler içerisinde Esed b. Huzeyme oğulları kabilesine mensup insanlarda vardı. Bunlar Resûlullah (s.a.s.)’in huzuruna gelmiş ve zahiren şehadet kelimelerini söylemişlerdi. Ancak içten içe inanmış değillerdi. Böylelikle daha çok yardım almayı umuyorlardı. Bunun içinde Peygamber’e karşı: "Biz filan oğulları ve filan oğulları gibi sana savaş açmadık, ağırlık ve ailelerimizle geldik." diyorlar, sadaka gözetiyorlardı ve yaptıklarını Peygamberin başına kakmak istiyorlardı. Müslümanlıklarını bu şekilde başa kakmaları ya da Allah resulünün onların Müslüman olmalarına ihtiyacı varmış gibi davranmaları üzerine Hucurat suresinin 14. Ayeti indi. Ayette De ki: Siz iman etmediniz diyerek kalplerinde Müslümanlığın ilkelerine karşı bir iman olmadığını sadece dilleri ile söyledikleri bir Müslümanlığa sahip oldukları ifade edilmiş oluyordu. Çünkü iman, yalnız dil ile ikrardan ibaret değil, aynı şekilde pratikle de tasdik olması gereken bir eylemdir.
İşte bu ayette, dili ile iman ettiğini söyleyip kalbi ile iman etmeyen ve amelleri ile bu iman iddiasını çürüten insanların iman iddialarının Allah (cc) katında nasıl bir değere sahip oldukları net bir şekilde dile getiriliyor. Bu ayette İmanı destekleyen ameller olmasa da, onu başa kakan ya da ifsat eden söz ve davranışlardan da uzak durulması gerektiği açık ve net olarak vurgulanıyor.
Konuyu içinde bulunduğumuz ayın muhteviyatı doğrultusunda biraz açacak olursak. On bir ayın sultanı olarak adlandırılan Ramazan ayı geldi gidiyor. Bu ayı diğer aylardan ayıran en önemli özelliklerden birisi oruç ibadetiydi. Bu ibadeti Müslüman’ım diyen her insan yerine getirmek zorundadır. Oysa Müslüman olduğunu iddialı bir şekilde söyleyen toplumun sokaklarına baktığımızda Ramazanın esamesini görememenin üzüntüsünü yaşıyoruz. İşin en acı tarafı oruç tutmamaları değil. İşin en üzücü tarafı ise, oruç tutmamalarını Allah’a dine karşı bir meydan okuma şeklinde icra etmeleri ve bu yaptıkları başkaldırıyı/meydan okumayı herkese göstermekten haz alacak şekilde yapmaları.
Bu şekildeki bir davranışla sanki arka planında yukarıdaki verilen örnekteki adamların zihniyetinin yansımasını görüyoruz. Sergilediğimiz tavır ile: Sana inanırım senin gönderdiğin din ile kendimi isimlendiririm lakin beni bu şekilde kabul edeceksin. Ben senin isteklerine tabi olmayacağım. Sen benim isteklerimi kabul edeceksin. Ben kendi koyduğum kurallara göre yaşayacağım. Yoksa (sanki Allahın onun Müslümanlığına ihtiyacı varmış gibi) kendimi Müslüman olarak adlandırmam düşüncesi ile hareket edilir oldu.
Oysa bu şekildeki düşünce Yahudilik ve Hıristiyanlık başta olmak üzere diğer tüm inanışlara has bir özelliktir. Tüm bu dinler bana tabi olda ne yaparsan yap inanışı üzerine sistemlerini kurmuşlar. Bu dinlerin genel mesajı bize tabi ol yeter, Tanrı/Allah seni kabul etmek zorunda. İşte günümüz Müslümanlarının birçoğu bu düşüncenin etkisinde kalarak Allah’ı kendilerine mahkûm bir yaratıcı olarak tahayyül etmeye başladılar. Bırakın ibadetleri yapmamayı ve bu ibadetleri yapmadıklarını şov vari bir meydan okuma şeklinde icra etmeye başladılar. Kısaca yukarıdaki adamlar gibi benin sana ihtiyacım yok senin bana ihtiyacın var, ben sana inanırsan sen varsın ben sana inanmassam sen bir hiçsin şeklinde bir düşüncesi/inanışı hayatlarına hâkim olmaya başladı.
Bu şekilde bir inanca sahip insanların meydan okumalarına ve bu hoyratça davranışlarına Allah-u Teâlâ şöyle cevap veriyor: Allah, hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir. Bırak onları yesinler (içsinler), yararlansınlar; emelleri onları oyalayadursun. İleride (gerçeği) bilecekler(15/3).