Hayatın telaşına kapılıp giderken bazen bir durup soluklanmak istiyor insan. Yorulduğunu, tükendiğini, hatta bazen kendi yükünü bile taşıyamayacak hale geldiğini hissediyor. İşte o an, bir pencere kenarında, bir sokak lambasının altında ya da gece yarısı sessiz bir odada kendi kendine fısıldıyor: "Ben yoruldum hayat…"
Yorulduk. Çünkü hep yetişmeye çalıştık. Hayallerimize, hedeflerimize, bizden beklenenlere, bir yerlere, bir şeylere… Ama hep geride kaldık. Hep bir adım ötede duran mutluluğa yetişmeye çabaladık ama bir türlü ona dokunamadık.
Çocukken büyümek istedik, büyüdük ama içimizdeki çocuğu kaybettik. Hayat bize, mutluluğun büyük şeylerde saklı olduğunu öğretti ama biz aslında küçük şeylerin kıymetini bilemedik. Çocukken sokakta bir uçurtmanın peşinde koşarken hissettiğimiz heyecanı, şimdilerde koca şehirlerin kalabalığında kaybettik.
"Ben yoruldum hayat…" diye fısıldarken aslında şunu soruyoruz kendimize: Hayat gerçekten bu kadar zor olmak zorunda mıydı? Sabahları uyanıp koşturmak, yetişmeye çalışmak, hep bir şeyleri başarmak zorunda kalmak… Oysa sadece yaşamak istiyoruz. Sakin, huzurlu, dingin bir hayat…
Ama biliyoruz ki dünya buna pek izin vermiyor. Ekonomik kaygılar, gelecekle ilgili belirsizlikler, sevdiklerimize yetme çabası, tükenmeyen sorumluluklar… Bunların arasında kendimize ne kadar yer açabiliriz ki?
Belki de hayatı daha az ciddiye almalıyız. İçinde kaybolduğumuz bu karmaşayı biraz olsun hafifletmeliyiz. Bazen durup derin bir nefes almalı, elimizdekinin değerini bilmeli, beklentilerimizi küçültmeli ve kendimize şunu hatırlatmalıyız: Her şey geçer…
Yorulduk ama yine de yola devam edeceğiz. Çünkü içimizde hâlâ umut var. Küçük de olsa, yorgun da olsa, kırık da olsa… Bir gün her şeyin daha iyi olacağına dair bir umut.
Ve belki de asıl mesele, hayata karşı değil, hayatla birlikte yürümeyi öğrenmek…